30 Aralık 2021 Perşembe

Hoş Geldin Yeni Yıl: 2022

 




Dilerim yeni yıl hem ülkemize hem de bize sağlık,huzur ve bereket getirir.Zor günler geçirdik ,geçiriyoruz ama bunlar da geçecek biliyoruz.Dilerim kırmadan, dökmeden,eksilmeden ve eksiltmeden yaşayacağımız güzel günler görelim.Her yeni gün beraberinde bir umut da bağışlar bize hayallerimize ulaşmak icin.Her an bir firsattır affetmek ve affedilmek için,daha iyisi daha da güzeli için.Bakabilenler değil görebilenlerin mükafatıdır mucizeler.Gönüllerimiz ihtiyacımız olan gücün, sevginin,merhametin ve şefkatin kaynağıdır.Aradığınız simya oradadır ,ona sahip çıkarsak en basit şeyleri bile değerli  kılar bizim için.Olmadığı gibi görünenlerin değil olduğu gibi kalanların,sadece iyiye karşı iyi değil,kötüye rağmen iyi kalanların, doğruya koşup her daim adil olanların cennetidir bu dünya.Hayat bir savaşsa iki cephesi de biziz  ,dost da düşman da,kazanan da kaybeden de biziz.Aynaya bakan da biziz yansıyan da ,nasıl bakıyorsak öyle görürüz.Nasıl karşılık veriyorsak öyle karşılık buluruz er ya da geç.Her ne yaparsak yapalım dönüşü bizedir.Güldüren ağlamaz,ağlatan gülmez.

Hep güldüğümüz,güldürdüğümüz,hiç ağlamadığımız ,ağlatmadığımız; hayallerimize kavuştuğumuz ,hak ettiğimizi bulduğumuz  bir yıl olsun..:)

Bahar Baydan..

29 Aralık 2021 Çarşamba

Kedi methiyesi



Kedi methiyesi


Sizin masumiyetiniz kuşatsa evreni 

Gözlerinizi giydirsek gökyüzüne mesela

Tüyleriniz değse yumuşasa yüreğimiz

Ve o diliniz temizlese kirlenmiş ağızları

Sizin yalnızlığa ket vuran hürriyetinizle çoğalsak 

Sıcaklığınızın bıraktığı hafifliği  bulsak bir köşede

Mırıltılarınızda çıkarsak  huzurun tadını

Güvenip de yaslandığınız yere yaslasak sırtımızı

Bizim dünyamız sizin gözbebeğinizden daha küçük 

Bu yüzden sığmıyoruz insan atlasına

Size kucak açmak bir aleme kucak açmaktır

Varlığınız şu dünyaya benzersiz bir armağandır..

Bahar Baydan 


27 Aralık 2021 Pazartesi

Turgut Uyar: Hayati ve bilinmeyenleri





TuRGut UYar:

Turgut Uyar 4 Ağustos 1927 tarihinde Ankara’da, altı çocuklu bir ailenin beşinci çocuğu olarak dünyaya geldi. (Bazı kaynaklarda 1926 olarak yazılıdır.)


“Hüzünlü bir çocuk” olmuştur küçükken


Babası Hayri Uyar bir subaydı ve ailesinden uzakta yaşamak zorunda kalıyordu. Dolayısıyla Turgut Uyar da babasından ayrı büyüdü. Babasının bu durumu Turgut’un -deyim yerindeyse- bir yanını eksik bırakmıştır. Naif kişiliğinin oluşmasında, babasından sıklıkla ayrı kalmasının yarattığı hüznün payı büyüktür. Bu durumdan şu şekilde söz eder kendisi: “Hüzünlü bir çocuktum. Nedense hep ağlamaya hazır. Ağabeyim bana sataştıkça annem “Yapma oğlum” derdi ona, “O içli bir çocuk…”

Şanslıdır ki müzik aşığı bir ailede büyümüştür şair

Şair Turgut’un da bir üyesi olduğu Uyar ailesi, müzik duyarlılığı yüksek bir ailedir. Ailenin müziğe karşı olan bu tutumu, Turgut Uyar’ın çocukluk yıllarından itibaren şiir yazmasına ve şairlik altyapısının oluşmasına büyük katkı sağlamıştır şüphesiz.


Turgut Uyar, ilkokulu bitirdikten sonra ortaokulu Konya’da askeri bir okulda okur. Daha sonra da Bursa Işıklar Askeri Lisesi’ne gider. Askeri Memurlar Okulu’nu da bitirdikten sonra Kars’ın Posof ilçesinde (Posof şu an Ardahan’a bağlı) askeri memur olarak çalışmaya başlar. Burada 4 yıl çalışır ve daha sonra Samsun’un Terme ilçesine gönderilir. Burada da 2 yıl çalıştıktan sonra Ankara’ya tayin edilir. Burada da 4 yıl çalışır ve askeri memurluktan istifa eder. (Hatta şöyle demiştir: Ben severim omuzlarımı bir gün/sırma apoletleri olmasa da…) Bundan sonraki iş hayatına SEKA’da devam eder ve buradan emekli olur. Emekli olmasıyla birlikte İstanbul’a taşınır ve oraya yerleşir.


T. Uyar, İstanbul’a taşınmadan önce bir evlilik yapar. Yezdan Şener’le yaptığı bu evlilikten çiftin 3 çocuğu olur. Fakat maalesef bu evlilik sona erer.

Daha sonra şair, Ankara’da öykü yazarı Tomris Uyar ile tanışır ve bu tanışma evlilikle sonuçlanır.

Ölümü ömür törpüsü hastalık, sirozdan olur

Alkol tüketimi şairde siroz hastalığına yol açar ve bu hastalık ömrünün son dönemlerinde Turgut Uyar için büyük sıkıntılara sebep olur. Şiirin bu dev hüzünlü şairi 22 Ağustos 1985’te yaşama veda eder. Bedeni şu anda Rumelihisarı Mezarlığı’na huzur vermektedir. Toprağı da “sevdiğimizi aldığı için öyle güzel kokuyordur”. Eminiz…

Arz-ı hâl şiiri:

Ben de günahkar kullarındanım Allahım!

Bir “Kulhuvallahi” bilirim dualardan,

Bir de “Yarabbi şükür” demeyi doyunca,

Bir kere oruç tutmam ramazan boyunca,

Ama çekmediğim kalmadı sevdalardan.

Ben de günahkar kullarındanım Allahım!


Benim gibi kulun çok dünyada, Allahım!

Eğer bilmiyorsan işte, haberin olsun,

Ekmek derdi, aşk derdi unutturdu seni.

İnsan hatırlamıyor dün ne yediğini,

Zaten yediğimiz ne ki hatırda dursun.

Benim gibi kulun çok dünyada, Allahım!


Yazdıklarıma sakın darılma Allahım!

Meleklerin sana bunları söylemezler.

Artık, pek yarattığın gibi değil dünya,

İnsanlar hem sabuna karıştı, hem suya.

Ne olursun hoşuna gitmediyse eğer,

Yazdıklarıma sakın darılma Allahım!


Sana bir şey soracağım, affet Allahım!

Beş vakit kızlar doluyor camilerine,

Beyaz yaşmaklı, beyaz tenli masum kızlar,

Benim bir defa görüşte yüreğim sızlar.

Sen tutulmadın mı, içlerinden birine?

Sana bir şey soracağım, affet Allahım!


İşte insanlar bu minval üzre, Allahım!…

Kıt kanaat sere serpe yollar boyunca

Sen, bizim için hala o ezeli sırsın.

Sen de, bizi bilmiş olsan, başkalaşırsın.

Herkesin kederi, gailesi boyunca.

İşte insanlar bu minval üzre, Allahım!


Turgut Uyar ilk şiiri Yâd’ı, Yedigün dergisinde yayımlar. Nurullah Ataç’ın ısrarlarıyla da 1948’de Kaynak dergisinin yarışmasına katılır. Şiiri “Arz-ı Hal”, yarışmayı kazanır. Yarışmaya katılması konusunda ona destek olan Nurullah Ataç, şairin Türkiyem adlı şiir kitabına yazdığı önsöz de şöyle demiştir: “Bilmem yanılıyor muyum Turgut Uyar’ı iyi bir şair saymakla? Hiç sanmıyorum. Ne olursa olsun, onun için atıyorum zarımı.”


Onun da bizim gibi gerçek aşkı İkinci Yeni’dir

İlk şiirlerinde Garip akımının etkileri hissedilse de, Cemal Süreya ve Edip Cansever’le birlikte İkinci Yeni akımının en önemli temsilcisiydi Turgut Uyar. Bu şairler dışında Sezai Karakoç, Ülkü Tamer, İlhan Berk, Ece Ayhan, Oktay Rıfat, Kemal Özer, Ahmet Oktay, Özdemir İnce ve Nihat Ziyalan da bu akımı temsil eden şairlerdi. 


Dokuz şiir kitabının ardından tüm şiirleri Büyük Saat’te toplanır.

“Şiir işçisi” Turgut Uyar, yaşadığı süre boyunca 9 şiir kitabına imza attı. Bu kitaplar: Arz-ı Hal, Türkiyem, Dünyanın En Güzel Arabistanı, Tütünler Islak, Her Pazartesi, Divan, Toplandılar, Kayayı Delen İncir, Dün Yok Mu. 1984’te de bütün şiirleri “Büyük Saat” adlı bir kitapta toplandı.


Turgut Uyar’ın oğlu Hayri Turgut Uyar İTÜ Bilgisayar Mühendisliği öğretim üyesidir. Öğrendiğimiz kadarıyla açık kaynak kod ve özellikle de Linux aşığıdır kendisi. 

Denge ise adeta bir hayat manifestosudur:


Sizin alınız al inandım

Morunuz mor inandım

Tanrınız büyük amenna

Şiiriniz adamakıllı şiir

Dumanı da caba

Ama sizin adınız ne

Benim dengemi bozmayınız

Bütün ağaçlarla uyuşmuşum

Kalabalık ha olmuş ha olmamış

Sokaklarda yitirmiş cebimde bulmuşum

Ama ağaçlar şöyleymiş

Ama sokaklar böyleymiş

Ama sizin adınız ne

Benim dengemi bozmayınız

Aşkım da değişebilir gerçeklerim de

Pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı

Yan gelmişim diz boyu sulara

Hepinize iyi niyetle gülümsüyorum

Hiçbirinizle dövüşemem

Siz ne derseniz deyiniz

Benim bir gizli bildiğim var

Sizin alınız al inandım

Sizin morunuz mor inandım

Ben tam dünyaya göre

Ben tam kendime göre

Ama sizin adınız ne

Benim dengemi bozmayınız.


Bu şiir “Tel Canbazlarının Tel Üstündeki Durumunu Anlatır Şiirdir” olarak da bilinir. Dünyanın En Güzel Arabistanı adlı kitapta bulunmaktadır ve Turgut Uyar’ın hayata bakışını yansıtmaktadır.


Sarı bir kuşları vardı.

Adına kanarya derlerdi. Küçük bir kafeste odayı doldururdu.

«Ama ben onların ölümlü, yanılgan insan,

Geçen ve bir daha geri gelmeyen bir rüzgâr

olduklarını unuttum.»

Çünkü unutmak bana göreydi.

Çünkü ben de ölümlüydüm. Ben, Yekta, bunu pek hoş buluyordum.

Bu unutmak değildi, içinde olmaktı onun.

Önceleri daha iyi mi idi, bilmiyorum.

Gidip geldiğim,

Durulduğum koyu geceler vardı. Yıkık değildim.

Yıkılıp yeniden kurulmamıştım ama, yıkık değildim.

Gaz lâmbaları yakardık,

Ensiz çalgılar çalardık geceye.

Tekliğimiz ayışığına boğulur giderdi.

Teker teker üçer kişi olurduk. Öyle de iyiydi.

Ben ona, Gülbeyaz kadına, eski yalnızlığımı söylerdim.

Ben söyledikçe eskirdi,

Uzaklaşırdı.

Onunla, Gülbeyaz’la bakışır ısınırdık.

Sonra yanılgan insanlığım başladı.


Turgut Uyar, Akçaburgazlı Yektanın Mahkeme Kararını Aldığında Söylediği Mezmurdur adlı şiirinin, ezilen, dövülen, Gülbeyaz’ı seven, düşen, düşerken bile sevmekten vazgeçmeyen, yaptıklarından da pişman olmayan kahramanıdır Yekta.


Akçaburgazlı Yekta’yla ilgili tek şiiri bu değildir Uyar’ın. Şunlar da vardır: Akçaburgazli Yekta’nin Yalnızlığına Kara Taştan Tapınak Kurduğunda Söylediği Mezmurdur, İki Dalga Katı Arasında Yapacağını Şaşıran Akçaburgazlı Yekta’nın Söylediği Mezmurdur, Sular Karardığında Yekta’nın Mezmurudur.


“Tokluğun ayıp olduğu” günleri hatırlatır, çünkü Açlık Çoğunluktadır

Gülü çiğdemi filan bırak

sardunyayı karidesi filan bırak

acıyı ve ölümleri bırak

oy pusulalarını ve seçimleri bırak

evet,

seçimleri özellikle bırak

çünkü açlık çoğunluktadır.


Göğe Bakma Durağı’nda herkese bir mola verdirtir şair


ikimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım

şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından

bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından

durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar

şu aranıp duran korkak ellerimi tut

bu evleri atla bu evleri de bunları da

göğe bakalım


Turgut Uyar’ın “senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım / tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum” diyerek hepimizi kendisine bir kez daha aşık ettiği şiirdir bu. Ayrıca “bu karanlık böyle iyi, aferin tanrı’ya…”


Ve insansoyunun mükemmel mutsuzluğu’nu tarif eder


Mutsuzluktan söz etmek istiyorum

Dikey ve yatay mutsuzluktan

Mükemmel mutsuzluğundan insansoyunun

sevgim acıyor


Biz giz dolu bir şey yaşadık

onlar da orada yaşadılar

Bir dağın çarpıklığını

bir sevinç sanarak…


“Alıp başını gitmenin” de şiirini yazar tabii ki


Birgün, bir yağmurla garip garip

-Çoluğu çocuğu terk edeceğim.-

Bir sevgiyle doymayacak kalbim, anladım

Alıp başımı gideceğim


Uyar içindeki Tomris aşkını da ortaya çıkartır şiirlerinde


Herkes seni sen zanneder.

Senin sen olmadığını bile bilmeden,

Sen bile..

Seni ben geçerken,

Derim ki,

Saati sorduklarında;

Onu “O” geçiyordur.

Kimse anlam veremez.

Tamir ettirmedin gitti derler şu saati.

Ettirmek istiyor musun demezler.


Bir bozuk saattir yüreğim, hep sende durur.


Zamanı durdururum yüreğimde,

Sensiz geçtiği için,

Akrep yelkovana küskündür.

Şu bozuk saat çalışsa benim için ölümdür.

Bil ki akrep yelkovanı geçerse,

Atan bu yüreğim durur.

Bırak bozuk kalsın, hiç değilse;


Bir bozuk saattir yüreğim, hep sende durur.


Turgut Uyar’ın Tomris’i için yazdığı “Bir Bozuk Saattir Yüreğim Hep Sende Durur” şiirinde ayyuka çıkan aşktır. Okuyanı da aşkla doldurur.


Tanrı’yı sorgular “Hiçsizliğe”


Tanrı sen ne kadar güzelsin

bir hiç olarak

ormansın belki bilmiyorum

belki ormanda bir ağaçsın şuncacık

bir pazartesi günüsün

insanları dupduru edemeyen

bütün karayollarında ve demiryollarında

gider gelirim bütün dünyada

ama biliyorum Kırşehir’de mezarsın

bir kilisesin Kapadokya’da

sözgelimi yumurtada zarsın

ustasın sabahları yapmada

en katı yoklukları koyarak insanın içine

akşamüstlerinde biraz gaddarsın

sular ve zamanlar kararırken


ne yapalım

bari bağışlayalım birbirimizi.


Daima umuda olan inancımızı pekiştirir.

Evet kimsesizdik ama umudumuz vardı

Üç ev görsek bir şehir sanıyorduk

Üç güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza

Caddelerde gezmekten hoşlanıyorduk akşamları

Kadınların kocalarını aramasını seviyorduk

Sonra şarap içiyorduk kırmızı yahut beyaz

Bilir bilmez geyikli gece yüzünden

Turgut Uyar’ın bize, biz “ölümlülere”, her şeyin naylondan olduğunu hatırlattığı muhteşem şiiri: Geyikli Gece… 


Uyar’ın ardından Cansever de durmaz, yazar


Kocaman bir avlunun ortasında durdu durdu

İçindeki bomboş avluya bakarak

Gökyüzünden arada bir oraya

Ölü bir kuş ya düşüyor ya düşmüyordu.


Görseydi içinin olmadığını

Çekip onca çelenkten bir sap karanfili

Koymak ister miydi hiç

Bu ikindi vaktinin hırçın vazosuna.


Güzleri kullanırdı o kadar sevmese de

Dünyayı kullanırdı açıp da penceresini sonsuza

Su içse suya benzerdi biraz

Konuşsa

Üç beş kişi birikirdi herhangi bir köşebaşında

Yolu düşse de başka mor-sarı bir akşam kahvesine

Ne kadar eşleşirdi Van Gogh’un bakışıyla.


Sevgiler gönderirdi nedense utanırdı da bundan

Gönderir gönderir geri alırdı bir gücenikliği sonra.


Dün müydü, yüzyıllar mı geçti, bilmiyorum ki

Bir yaz sonuydu yalnız denizi sıyırıp geçtik

İki tek votka içtik varmadan Aşiyan’a

Konuşmadık hiç, nedense hiç konuşmadık

Az sonra kalkıp gitti o

Kalakaldım ben oracıkta

Kapadım gözlerimi ardından gene birlikte olduk

– Garson! bize iki tek votka daha.


Ölümünden sonra Edip Cansever, Turgut Uyar için bu olağanüstü dizeleri yazmıştır.


İlhan Berk de Güzel Devedikeni’ni kaleme alır


Bir yüz. Turgut uyar. Güzeldevedikeni.

Bir edirnekapılı. Öyleyse, fukara, umarsız bir sokak: vaiz sokak. Numara 70.

At pazarları, bahçe kahveleri, develer ve yeşil, soluk tramvay vagonları: hep bu fakir sokak için.

Bir çocuk, içli, kırılgan. Daha o zamandan. ‘Ben sıkıntılıyım!’ diyordur.

Tanaş usta, oğlu toma; kömürcü Eda Hanım. Ve bakkal Topal Halit. (bu topal halit her gün karagümrük’e gidip saçlarını taratır. İlk yüzler)

Ancak uzun bir yolculuğa hazırdır yüzü. Bütün büyük küçük kentler.

Ve Posof.

Çünkü şiir dağlardan Zanerhev Köyü’ne inmiştir. Ceketi ve atın dizginleri yağmur altındadır.

Posof’daki bir fotoğrafta uzanmış kendi yanaklarından öpüyordur.

Bir yaya. ‘Bütün mümkünlerin kıyısında!’

Alıntıdır..

Cemal Süreya: Hayatı ve Bilinmeyenleri

 



Cemal Süreya :


Şairlik duygusunun en temel aktörü annesi Gülbeyaz Seber olan şair, şiire ilk adım atışını annesinin anlattığı Kerem ile Aslı hikayesine bağlar.


Gülbeyaz, beyaz tenli kadın, Cemalettin’in “kar tanesi”. Cemalettin henüz çok küçükken kaybeder annesini ve çocuk kalbi artık sessiz kalmıştır: “Küçük kalbimdeki kuş ölmüştü.”

İlkokulda bir dergi çıkarmaya karar verdi. Ancak baskı makinelerinin azlığı, var olanların kalitesizliği buna mani oluyordu. Ama yine de yılmadı Cemalettin, sıkı dostu Altan Günalp ile birlikte elle yazılarını yazdığı, resimlerini çizdiği okul dergisini çıkardı. Derginin en sıkı takipçileri ona hayran olan okuldaki kız arkadaşlarıydı.

Çok iyi şairdi, kompozisyonu bundan aşağı kalır değildi ama yine de sayılarla sorunları oldu. Saatin kaç olduğunu anlamayı 5. Sınıfta öğrendi. Sonrasında eşi ona sigorta tamir etmeyi de öğretti. En kötü dersi resim olan Cemalettin, birkaç kişi hariç tüm sınıfın kompozisyon ödevini yapardı.

Edebi kişiliğinin yanında bir de sporcu yanı vardı Cemalettin’in. Futbola bayılırdı. En sevdiği futbolcu Lefter’di. Fenerbahçe taraftarı olan Cemalettin, Metin Oktay’a da büyük saygı duyardı.

Ortaokulda 100 metre koşusuna katıldı. Yarışmada birinci gelen Cemalettin’e kalem hediye edildi. Böylelikle ilk dolma kalemine sahip olmuştu.
Küçük kalbimdeki kuş ölen Cemalettin, Esma adlı bir üvey anneye mahkûm olmuştu. Kız kardeşlerine ve ona sürekli dayak atan Esma bir keresinde onu zehirlemeye kalkıştı. Yemeğine cam kırıkları karıştırdığı da bir çok kişi tarafından biliniyordu.
Tarifsiz bir okurdu, ilkokul 3’te Suç ve Ceza’yı defalarca okudu. Karamazov Kardeşler’i ise tam 5 kez okumuştu.

Şair henüz çocukken bir şey keşfetmişti, tüm büyük yazarlar üç ada sahipti. O da karar verdi ve ilk adını Cemal olarak kısaltacak, yanına da Süreyya’yı ekleyecekti. Daha sonra “y”lerden biri bir iddia sonucu kaybedilse de o Cemal Süreya Seber olacaktı. Bu iddia bir telefon numarasının unutulup unutulmaması üzerineydi.

Mülkiye kantininde yazmaya başladığı eserleri onda ilginç bir alışkanlık doğuracaktı. Artık yazı yazarken hep gürültü arayacaktı. Sırf bu yüzden evde yazı yazarken televizyon ve radyonun sesini açmaya başladı.
Kürt’tü, Dersim olayları sırasında ufacık bir çocuktu. Orada tarifsiz acılara şahit oldu.

Mektup yazmaya bayılırdı, hatta o kadar ki kadınların ağzından kendi kendine mektup yazar ve postalardı.

Çok kadın sevdi, bu kadınları da herkesin sevmesini isterdi. Dostları sevdiği kadını beğenmeliydi. Bu yüzden sevdiği kadını beğenmeyen arkadaşlarına küserdi.

Kızı Ayçe ile sağlıklı bir ilişkisi yoktu. O kadar ki kızının nikâhına katılamadı, çünkü ona haber verilmemişti.

Paris’teyken hiç görmediği Kars hakkında “Kars” adlı şiirini yazdı ve Kars’ı anlattı. Paris’te büyük bir evhama kapılmıştır. Turgut Uyar ve Edip Cansever’in onu Türkiye’de unutturmaya çalıştığı düşünmektedir.

Tomris büyük bir aşktı onun için. Bu aşkın öfkesi de büyüktü, bir tartışma sonrası çok sinirlendi ve birbirlerine yolladıkları tüm mektupları yırttı. Ve bu mektuplardaki aşk günümüze ulaşamadı. Tomris’le ilişkisini bitirdikten sonra onunla gittiği hiçbir mekâna adımını atmadı.

Papirüs dergisini çıkarmaya karar verdi, paraya sıkışmıştı. Bir gün yazıhanesine gelen Edip Cansever Tomris’in getirdiği bir halıyı gördü. Antikacılıkla uğraşan Edip aslında bir değeri olmayan o halıyı antikaymışçasına satın aldı. Böylelikle Papirüs’e en zarif şekilde katkı sağlıyordu.

Süreyya Kapınak soyadını değiştirmeye karar vermişti, yemekli bir mecliste bu fikrini yazar ve şair arkadaşlarına açtı. Ancak çeşitli önerilerde bulunan arkadaşlarının önerilerini beğenmemişti. Aynı mecliste bulunan Cemal Süreya öne çıktı ve soyadını “Berfe” yapmasını söyledi. Bu kelimenin anlamına soran Süreyya, Cemal’den kelimenin Kürtçede “kar” anlamına geldiğini öğrendi. Cemal bu kelimeyi Ahmed Arif’ten duymuştu. Bir konuşmaları sırasında Ahmed Arif’e “Bir kızın olursa adını ne koyardın?” sorusunu sormuş ve “Berfe” karşılığını almıştı. Bu kelimeyi ve anlamını çok beğenen Süreyya Kapınak, soyadını değiştirdi. O artık Süreyya Berfe’ydi.

Büyük bir futbol tutkunu olan Cemal sanatçı dostlarıyla sık sık futbol oynardı. Takımlar belliydi “Edebiyatçılar Takımı” ve “Tiyatrocular Takımı”. Bu maçların gol kralı da hiç değişmezdi. Orhan Kemal neredeyse her maç en fazla golü atan kişi olurdu.

Kız çocuklarına hayran olan Cemal Süreya iki kız çocuğunun olmasını isterdi. Birine “Kelime” ötekine “Elif” adını verecekti. Olmadı…

Cemal Süreya’nın mutlak doğum tarihi belirsizdi. Bu yüzden kendine her seferinde farklı bir doğum günü belirlerdi. Bu doğum günlerinden biri de 10 Ağustos’tu, yani sonradan eşi olacak Güngör Demiray’la tanıştıkları tarih.
Cemal Süreya çok yoğun çalıştığı, sık sık teftiş yaptığı bir dönemde hiç berbere gidememiş ve saçı-sakalı çok fazla uzamıştır. İş yoğunluğu azalıp berbere giden Cemal Süreya’ya berberi “Abi seferden mi geliyorsun?” der. Bu sözlere çok sinirlenen Cemal Süreya, hışımla berber koltuğundan kalkar ve bir daha hiç berbere gitmez. Saçlarını bundan sonra sadece evlendiği kadınlar kesecektir.

Hayatının ilk yılları sürgünün acılarıyla geçen Cemal Süreya sonraki hayatında da sürgün gibidir. Sürekli ev değiştirmek zorunda kalan Cemal, tam 29 farklı eve taşınmıştır. Bu evlerin sonuncusu Kadıköy’de “Cemal Süreya Sokağı”nda bulunmaktadır.

Şiirde pek mahir olan Cemal kahvehane oyunlarına aynı derecede uzaktır. Şair arkadaşları onunla hiç poker oynayamamıştır.

Şair içkiden ziyade tam bir sigara tutkunudur. Bir gün onu çorba içerken görenler büyük bir şaşkınlık yaşar. Çünkü Cemal bir kaşık çorba içtikten sonra sigarasından bir nefes çeker. Bir kaşık çorba bir nefes sigara, bir kaşık çorba bir nefes sigara…

Cemalettin en çok amcasını severdi, babasından bile çok. Amcası öldüğünde cüzdanından iki kişinin fotoğrafı çıkmıştı, biri Cemalettin’e aitti. Cemalettin bu sevgiyi karşılıksız bırakmadı oğluna amcasının adı olan “Memo” ismini verdi.

Kadınlara çekinmeden evlenme teklif edebilecek kadar özgüven sahibi olan Cemal’in, alışveriş sırasında bu özgüveni kaybolmaktadır. Beğendiği bir şeyin fiyatını sormaktan çekinir, çünkü fiyatını sorduğu andan itibaren o şeyi alma mecburiyeti hisseder. Bir diğer ilginç özelliği ise bir meyveyi veya sebzeyi yarım kilo alamamasıdır, çünkü bir şeyden yarım kilo alırsa satıcının kızacağını düşünür.

İlk eşi Seniha ile sık sık kavga ederlerdi, bu kavgaların birinde çok fazla sinirlenen Seniha Cemal Süreya’nın bir çoğu yazar arkadaşları tarafından hediye edilen imzalı kitapların çoğunu yırttı.

Zuhal’le ayrılmışlardır, Cemal başka evlilikler-aşklar yaşamıştır. Bir gün Zuhal’le görüşen Cemal, Zuhal’in biriyle evlenmek istediğini öğrenir. Zuhal kızıp kızmadığını sorar, ama alacağı yanıt bambaşkadır. Çünkü Cemal, Zuhal’in nikâh şahidi olmayı istemektedir. Zuhal şaşkınlıkla bu teklifi kabul eder, ancak bu asla gerçekleşemeyecektir. Çünkü Zuhal’in evlenmek istediği kişi kısa süre sonra hayatını kaybeder.

Oğlu Memo çok fütursuzdu, babasıyla sürekli kavga eden Memo babasının en değerli kitaplarını çalıp sahaflara satardı. Cemal Süreya’nın son yıllarını çekilmez hale getiren Memo bir tartışmaları sırasında babasını ağır şekilde darp etti. Hastaneye kaldırılan Cemal Süreya hastalık ve üzüntü sonucu birkaç gün sonra hayata veda etti.

Türk şiirine damgasını vuran şairin hayatı da şiiri gibi “sürreal”di. Sevdi, aşık oldu, hasret çekti, acılara katlanmaya çalıştı, çoğu kez ağladı, kıskandı ve eşsiz şiiri bunlarla doğdu.


Alıntıdır.

Nazım Hikmet: Hayatı ve bilinmeyenleri

 



Nazım Hikmet Ran


Nazım Hikmet 15 Ocak 1902’de Selanik’te dünyaya gelir. Yüksek bir aileye mensuptur; babası tarafından dedesi olan Mehmed Nâzım Paşa çeşitli yerlerde valilik yapan bir Mevlevî, babası Hikmet Bey Matbuat Müdürü, annesi Celile Hanım ise ilk kadın ressamlarımızdan biridir. Annesinin büyükbabası olan Mustafa Celaleddin Paşa ise İstanbul’a gelerek Müslümanlığı kabul eden ve ‘’Borjenski’’ soyadlı Polonyalı bir mühendis ve Türkologtur. Nazım Hikmet önemli görevlerde bulunan ve sanatla da yakinen ilgilenen böylesi bir ailede yetişir. Hatta mektepten önce, ilk eğitimlerini annesi ve kendisi de bir şair olan Mevlevî dedesi Mehmed Nâzım Paşa tarafından alır. İlave edelim ki Nâzım’ın 1905’te doğan kardeşi İbrahim Ali ertesi yıl kuşpalazından vefat eder. 1907’de ise kız kardeşi Samiye dünyaya gelir.

Nâzım şairlikle 11 yaşında, 1913 senesinde tanışır. Belki şaşacaksınız ama ilk şiiri bir aşk şiiri değil, daha sonraları da fikirlerinin yeşereceği ‘’toplumsal’’ bir hadise üzerinedir. ‘’Feryad-ı Vatan’’ başlığını taşıyan bu şiir hakkında Asım Bezirci, Nâzım’ı anlattığı kitabında şöyle söylüyor: ‘’Defterindeki ilk şiiri 20 Haziran 1329 (3 Temmuz 1913) tarihini taşır. ‘Feryâd-ı Vatan’ başlıklı bu şiiri Nazım Hikmet on bir yaşında iken yazmıştır. Balkan Savaşı’nda Osmanlıların yenik düşmesi ve düşmanların Çatalca’ya kadar gelmesi üzerine kaleme alınan şiirde şairin bundan duyduğu derin üzüntü ile çok sevdiği yurdunu kurtarma istek ve umudu yansıtılmaktadır. Fakat, kendisinin açıklamasına göre, ilk yazdığı şiir ‘Yangın’dır. Bu şiiri, evlerinin karşısındaki bir binada çıkan yangın üzerine 6 Kânûn-ı evvel 1330 (19 Aralık 1914) tarihinde kaleme almıştır. Ölçüsüz, daha doğrusu, bozuk düzenli bir denemedir. Şairin deyimiyle, vezni, büyükbabasının yüksek sesle okuduğu aruzla yazılmış şiirlerin kulağında kalan ses taklitleriyle yapılmıştır.’’

Feryad-ı Vatan

Sisli bir sabahtı henüz
Etrafı bürümüştü bir duman
Uzaktan geldi bir ses ah aman aman!
Sen bu feryad-ı vatanı dinle işit
Dinle de vicdanına öyle hükmet
Vatanın parçalanmış bağrı
Bekliyor senden ümit
Nâzım’a ilk eğitimi evde ressam annesi Celile Hanım ve bir şair olan Mevlevî dedesi Mehmed Nâzım Paşa tarafından verilir. Celile Hanım zaten ilk Türk kadın ressamlarımızdan, şair Oktay Rıfat’ın teyzesi, eğitimci bir aileye mensuptur. Evde özel olarak yetiştirilir, resim dersleri alır. Evdeki bu ortamla ilgili olarak şunları aktarır şair: ‘’Büyük babam, Mevlevi Nâzım Paşa şairdi, anam Lamartin’e bayılırdı. Evimizde, babamın edebiyatla ilgisizliğine bakmaksızın, şiir başköşedeydi.’’ Arkadaşı Vâlâ Nurettin’le beraber ilkokulu (Taşmektep) bitirdikten sonra, bugünkü Galatasaray Lisesi’ne yazılır. Masraflı bir okul olması dolayısıyla bir yıl sonra buradan alınıp Nişantaşı Lisesi’ne verilir. Şair burada örnek bir öğrencidir ve öğretmenlerinden pek çok ‘’aferin’’ kanaati alır. Gerek aile içi gerekse gördüğü Fransızca eğitimler, onun dil konusunda da gelişimini sağlar. Ardından sıra Bahriye Mektebi’ne gelir
Şair Heybeliada Bahriye Mektebi’ne 15 yaşlarında, 1917’de girer. Nişantaşı Lisesi’nin son zamanlarında, zaten dedesi Nâzım Paşa’nın şairliğinden etkilenen Nâzım Hikmet bir aile toplantısına katılır ve denizciler için yazdığı bir kahramanlık şiirini okur. Bunu dinleyenlerin arasında ise Bahriye Nazırı Cemal Paşa da vardır ve bu minik şairden etkilenerek onun Heybeliada Bahriye Mektebi’ne girmesini ister. Böylece 1917’de Nâzım bir Bahriyeli olarak eğitimine devam eder. Nâzım’ın üvey oğlu yazar Memet Fuat’ın bu yıllara dair aktardıkları şöyledir: ‘’Nâzım Hikmet 1917’de girdiği Heybeliada Bahriye Mektebi’ni 1919’da bitirip Hamidiye kruvazörüne stajyer güverte subayı olarak atandı. Aynı yılın kışında son sınıftayken geçirdiği zatülcenp hastalığı tekrarladı. Aile dostu olan Deniz Hastanesi Başhekimi Hakkı Şinasi Paşa’nın gözetiminde iki ay süren bir sağaltım döneminden sonra, kendisine iki ay da evde dinlenme izni verildi. Bu süre sonunda da toparlanamadığı, deniz subayı olarak görev yapabilecek sağlık durumuna kavuşamadığı görülünce, 17 Mayıs 1920’de, Sağlık Kurulu raporuyla, askerlikten çürüğe çıkarıldı.’’
Nâzım Bahriye Mektebi’nde öğrenciyken tarih ve edebiyat derslerini dönemin ve Türk şiirinin önemli ismi Yahya Kemal Beyatlı’dan alır. Beyatlı Nâzımların ayrıca aile dostudur ve evlerine de gidip gelir. Hatta Beyatlı ile şairin annesi Celile Hanım arasında da o dönem bir aşk olduğu bilinir, ancak Nâzım’ın meşhur “Hocam olarak girdiğiniz bu eve babam olarak giremezsiniz” notu bu aşkı nihayete erdirir. Konumuza dönelim; hocasına o dönem büyük hayranlık besleyen Nâzım kendi yazdığı şiirlerini Beyatlı’ya gösterip onun görüşlerini alır. Bu alışverişle ilgili olarak şair şunları söyler: ‘’Sonra üçüncü şiirimi 16 yaşımda galiba yazdım. Büyük bir Türk şairi, Türk şiirine o devir için yeni bir şiir dili ve anlayışı getiren Yahya Kemal anama sevdalıydı sanırsam. Evde şiirlerini okurdu anam. Bahriye mektebinde tarih öğretmenimdi şair. Kızkardeşimin kedisi üstüneydi yazdığım şey. Yahya Kemal’e gösterdim, kediyi de görmek istedi ve şiirimde anlattığım kediyi gördüğü kediye o kadar benzetmedi ki, bana; Sen bu pis, uyuz kediyi böyle övmesini biliyorsun, şair olacaksın, dedi.’’
Nâzım bu dönemde şair çevreleri tarafından yavaş yavaş bilinip sevilen, ‘’genç şair’’ olarak bilinen bir isimdir. 1920 senesinde ‘’Alemdar’’ gazetesinin açtığı bir yarışmaya katılır ve seçici kurulda önemli isimlerin olduğu bu yarışmayı birincilikle kazanır. Faruk Nafiz, Yusuf Ziya Ortaç, Orhan Seyfi Orhon şairden övgüyle söz etmeye başlar. Bu devreyle ilgili aktardıklarından: ‘’17 yaşımda galiba ilk şiirim basıldı. Yani «Serviliklerde», yani mezarlıklarda ağlayan hayatında sevmiş ölüler üstüneydi. Yahya Kemal düzeltmişti birçok yerini. Sonra kızlara tutuldum, şiir yazdım.’’

Kızlara tutulup yazdığı aşk şiirleri kısa sürer, çünkü memleketi Batı’nın ‘’Hasta adam’’ olarak addettiği Osmanlı’da önemli hadiseler cereyan eder. İstanbul işgal altındadır ve Nâzım da memleketini çok seven biri olarak Atatürk’ün önderliğindeki Milli Mücadele’ye katılmayı ister. 1 Ocak 1921’de Mustafa Kemal’e silah ve cephane kaçıran gizli bir örgüt sayesinde Faruk Nafiz, Yusuf Ziya ve çocukluk arkadaşı Vâlâ Nureddin ile beraber Sirkeci’den kalkan Yeni Dünya vapuruna biner. Amaçları Ankara’ya geçmek ve mücadelenin neferleri olmaktır. İnebolu’ya vardıklarında birkaç günlük bekleyişin ardından Ankara yalnızca Nâzımla Vâlâ Nureddin’e izin verir. İnebolu’dayken Almanya’dan tıpkı kendileri gibi gelen genç öğrencilerle tanışırlar. Nâzım’ın sosyalizm fikriyle tanıştığı ilk zamanlar da bu döneme rastlar, çünkü Almanya’dan gelen bu öğrenciler Türkiye’nin Misak-ı Milli sınırlarını ilk tanıyan ülke olarak Sovyetler Birliği’ni, sosyalizmi anlatırlar. Nâzım öğrencilerin anlattıklarından son derece etkilenir, çünkü o, memleketindeki yoksulluğun bitmesini can-ı gönülden isteyen insanlardan biridir.
İnebolu’daki kısa süreli devrenin ardından Ankara’ya giden iki şaire kutsal bir görev verilir. Buna göre İstanbul’daki gençleri milli mücadeleye davet eden bir şiir yazmaları istenir. Mart 1921’de on bin adet bastırılıp dağıtılan bu şiirin yankısı çok büyük olur. Öyle ki İstanbullu gençlerin Ankara’ya akın ederlerse onlara nasıl iş bulunacağı tartışılmaya başlanır. Daha sonra genç şairler Atatürk’e takdim edilir. Nâzım’ın çocukluktan itibaren arkadaşı ve Ankara’da da yanında olan Vâlâ Nureddin ‘’Bu Dünyada Nâzım Geçti’’ kitabında olayı şöyle anlatır: “Basmakalıp laflara ihtiyaç duymaksızın, Mustafa Kemal, bizim için çok önemli bir sadede girdi: Bazı genç şairler modern olsun diye mevzusuz şiir yazmak yoluna sapıyorlar. Size tavsiye ederim, gayeli şiirler yazınız, dedi. Daha da konuşacaktı. Fakat aceleyle yanma bir iki kişi yaklaştı. Bir telgraf getirdiler. Paşa göz atınca telgrafla ilgilendi. Eliyle selamlayıp bizden uzaklaştı.’’
Nâzım Hikmet ile Vâlâ Nureddin Ankara’dan sonra Bolu’ya öğretmen olarak atanır ve burada kısa süreliğine öğretmenlik yaparlar. Ancak çevrenin oldukça tutucu olması, muhitteki insanların yeni gelen bu iki öğretmene hoş bakmaması sonucu ikisi de burada rahat edemeyeceklerini anlayıp bir karar alırlar. Bolu’da kendilerine Sovyetler Birliği’ni, Lenin’i anlatan Ağır Ceza Mahkemesi reis vekili Ziya Hilmi’nin de etkisiyle Moskova’ya gidip orada eğitim almaya karar verirler. Şairin üvey oğlu ve yazar Memet Fuat bu konuda şunları aktarır: ‘’1921 ağustosunda Bolu’dan ayrılıp doğuda, Kâzım Karabekir Paşanın yanında öğretmenlik etmeye gidiyormuş gibi davranarak, vapurla Zonguldak’tan Trabzon’a geçtiler, oradan da gene vapurla 30 Eylül 1921’de Batum’a vardılar. Böylece Sovyetler Birliği’ne ayak basan, yirmi yaşın eşiğindeki iki genç şair Moskova’ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’ne (KUTV) yazıldılar.’’
Nâzım ta çocukluğundan itibaren aruzla şiir yazmaya zorlanır. Daha sonraları, yani Anadolu’ya geçtiği yıllarda memleket üzerine yazdığı şiirlerinde ise temiz bir dil ve hece ölçüsü görülür. Ancak dev şaire bu da yetmez, daha başka hal çareler arar. Bununla ilgili olarak şöyle söyler: ‘’Anadolu’ya geçtim. Millet sıska atlan, nuhtan kalma silâhı, açlığı ve bitiyle savaşıyordu. Yunan ordularına karşı. Milleti ve savaşını keşfettim. Şaştım, korktum, sevdim, bayıldım ve bütün bunları başka türlü yazmak gerektiğini sezdim, ama yazamadım. Daha büyük bir sarsıntı gerekti…’’ O gereken büyük sarsıntı Moskova’ya gidişi sırasında Batum’da karşısına çıkar. Batum’daki ‘’İzvestiya’’ gazetesinde gördüğü ve muhtemelen Mayakovski’ye ait olan, bir uzun bir kısa cümlelerden oluşan şiirin düzeninden oldukça etkilenir, Rusça bilmediği için içeriği anlayamasa da Türk şiirine yeni bir şiir anlayışını getirecek olan kapı da aralanır. Moskova’ya gittikleri sırada gördüğü açlık ve sefalet üzerine ‘’Açların Gözbebekleri’’ şiirini yazmaya koyulur ve tıpkı gazetede gördüğü şiir gibi serbest bir ölçüde yazar. Bu, Türk şiiri için yeni bir ölçüdür ve Cumhuriyetle beraber gelişen bu serbest şiirin öncüsü de böylelikle Nâzım Hikmet olur.

Açların Gözbebekleri

Değil birkaç
değil beş on
otuz milyon

bizim!

Onlar
bizim!
Biz
onların!
Dalgalar
denizin!
Deniz
dalgaların!

Değil birkaç
değil beş on
30.000.000
30.000.000!
Açlar dizilmiş açlar!
Ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız
sıska cılız
eğri büğrü dallarıyla
eğri büğrü ağaçlar!
Ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız
açlar dizilmiş açlar!
Nâzım fevkalade üretken bir şair olarak serbest ölçüyü sürdürür, ayrıca sosyal gerçeklikleri ele alarak muhtevada da dikkat çekici bir şiir inşa eder. Benerci Kendini Niçin Öldürdü (1932) basıldıktan sonra Darülbedayi’de (İstanbul Şehir Tiyatrosu) de sahnelenir. Gece Gelen Telgraf adlı şiir kitabının da 1933’te yayımlanmasıyla yine mahkemeler, davalar Nâzım’ın kaderiymişçesine karşısına çıkar. Karışık bir dava sürecinin ardından tekrar içeri düşer, sonra Cumhuriyet’in onuncu yılı nedeniyle çıkan aftan yararlanır. Şimdi hayatının en önemli kadınlarından, ‘’kalbimin kızıl saçlı bacısı’’ dediği Piraye ile evlenme vaktidir.
Nazım Hikmet ve Piraye :
Büyük aşktı onlarınki…’’ diye girsek zevat bu iki isim olunca klişe kaçmaz. Ta 1930’da tanışan Nâzımla Piraye aslında 1931’de evleneceklerini tasarlarlar, ancak şairin mahkeme, dava derken bir türlü fırsat bulamamasından ötürü bu iş biraz ertelenir. Nihayet 31 Ocak 1935’te evlenirler. Bu evlilik aslında Nâzım’ın üçüncü, Piraye’nin de ikinci evliliğidir. Nâzım Sovyetler Birliği’ne gittiği zaman ‘’Mavi Gözlü Dev’’ şiirini yazdığı Nüzhet Hanımla evlenir, talihsizlikler nedeniyle boşanırlar. Diğer evliliğini ise bir Rus kızı olan Dr. Lena ile yapar. Piraye ise yönetmen ve oyuncu Vedat Örfi Bengü’den boşanmış bir kadındır, iki çocuğu vardır. Bu çocuklardan biri de, benim de burada alıntı yaparken adını sık sık geçirdiğim ve edebiyat dünyamız için önemli bir isim olan Memet Fuat’tır. Nâzım, bu dört kişilik ailenin geçimini sağlamak adına Akşam gazetesinde çalışmaya başlar. Burada ‘’Orhan Selim’’ takma adıyla fıkralar yazar, ayrıca İpek Film Stüdyosu’nda da senaristlik, film yönetmenliği gibi işlerde yer alır.
Baştan söyleyelim ki Nazım Hikmet uzun hapis hayatı boyunca pek çok kişiyi eğitir. Aynı yerde içeride oldukları zamanda şiir yazmaya meraklı Orhan Kemal’i düzyazıya yönlendirir, kendisine ”şair baba” diyen Türk ressam İbrahim Balaban’a da resmi o öğretir. Birtakım provokasyonlara maruz kalan ve bunları da gayet iyi kavrayan şair tabir caizse kimseye malzeme vermez. Temkinli ve uyanıktır. Yine de uzun hapis yılları artık yakındır. 17 Ocak 1938 gecesi polis tarafından tutuklanır Nâzım. Ankara’daki Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesi’ne gönderilir. Beraat edeceğini umarken 29 Mart 1938’de, ‘’askeri üstlerine karşı isyana teşvik’’ suçuyla 15 yıl ağır hapse mahkum edilir. Ardından İstanbul Sultanahmet Cezaevi’ne getirilir. 10 Ağustos 1938’de başlayan ikinci mahkeme ise şairin ‘’askeri isyana teşvik’’ ettiği suçlamasıyla neticelenir ve buradan da 20 yıl hapse mahkum olur. Toplam 35 yıllık mahkumiyet, çeşitli gerekçelerle 28 yıl 4 aya indirilir. 29 Aralık 1938’de İstanbul Tevkifhanesi’ne, Şubat 1940’da da Çankırı Cezaevi’ne, Aralık ayında da Bursa Cezaevi’ne gönderilir. Bu süreç boyunca toplam 12 yıl hapis yatan şair cezaevinde sürekli olarak şiirler yazar. İçerideyken karısı Piraye’ye yazdığı bir şiir:

Bir tanem!
Son mektubunda:
‘Başım sızlıyor yüreğim sersem! ‘ diyorsun.
‘Seni asarlarsa seni kaybedersem;
diyorsun;
‘yaşayamam! ‘
Yaşarsın karıcığım,
kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgarda; yaşarsın kalbimin
kızıl saçlı bacısı
en fazla bir yıl sürer
yirminci asırlarda
ölüm acısı.
Ölüm
bir ipte sallanan bir ölü.
Bu ölüme bir türlü
razı olmuyor gönlüm.
Fakat
emin ol ki sevgilim;
zavallı bir çingenenin
kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli
geçirecekse eğer
ipi boğazıma,
mavi gözlerimde korkuyu görmek için
boşuna bakacaklar
Nazıma!
Nazım Hikmet ve Münevver Hanim:
Biraz Münevver Hanım’dan bahsetmek isterim. Öncelikle belirtelim ki Piraye de, Münevver de, sonra anlatacağımız Galina ile Vera da Nâzım için büyük fedakârlıklar yaparlar. Yaparlar ama bunlardan çok da şikayetçi değillerdir, çünkü Nâzım’ın onlara duyduğu aşk ve yazdığı şiirler şairin kadınları mest eden bir özelliğidir. Piraye, uzun hapis hayatı boyunca eşi Nâzım’ı bekler, Münevver şairi cezaevindeyken daha çok ziyaret edebilmek adına işinden istifa eder, Galina onun hasta kalbine 7 yıl bakar, Vera şaire hayatının son zamanlarında büyük mutluluk verir. Peki Nâzım’ın tek öz oğlu olan Mehmet Nâzım’ın annesi Münevver Andaç kimdir? Her şeyden önce Münevver Hanım (1917 – 1998) önemli bir çevirmenimizdir. Şairin birçok eseri ve Yaşar Kemal’in neredeyse bütün yapıtlarını Fransızcaya ustalıkla çevirir. Öyle ki 1987’de Fransız Çevirmenler Derneği Çeviri Büyük Ödülü’nü Yaşar Kemal’den yaptığı ‘’İnce Memed 3’’ çevirisiyle kazanır. Nazım Hikmet hapisten çıkmadan iki sene önce, 1948’de şairi pek çok kere ziyarete gider Münevver Hanım. Nâzım’ın dayı kızı olan Münevver Hanım’ın daha öncesinde ressam Nurullah Berk’le olan bir evliliği ve Renan adında bir kızı vardır. Nazım Hikmet ve Münevver Andaç çifti, şairin hapisten çıkması ile yurtdışına kaçması arasında beraberdirler. Münevver Hanım Fransa’da 1998 yılında uzun bir kanser tedavisinin ardından aramızdan ayrılır. Nâzım’ın ‘’Karlı Kayın Ormanı’’ şiirindeki gonca gülü, Münevver Hanım’dan başkası değildir:

Yedi tepeli şehrimde
bıraktım gonca gülümü.
Ne ölümden korkmak ayıp,
ne de düşünmek ölümü.
Nazım Hikmet ve Galina :

Nâzım Sofya’dan Moskova’ya döndüğü zaman sağlığı da iyiden iyide kötüleşir. Tedavi için şehrin dışındaki bir sanatoryuma gönderilir. Onu çok sevecek olan Galina Kolesnikova ile de burada tanışır. Galina Hanım hastanedeki doktorlardan biridir ve Nâzım da kendisine hekim olarak onu seçer. Galina şair hakkında şunları söyler: “Nâzım o kadar yakışıklı ve güzeldi ki, 16’lık kızlardan 80’lik kadınlara kadar herkes ona âşık oluyordu. Ben de âşık oldum. Ondan 17 yaş küçüktüm. Başkasına ait bir mutluluğu çalmak istemiyordum.” Ve yalnızca birkaç ay, o da hastanedeyken beraber vakit geçirecekleri beklenirken, Galina ve Nâzım tam 7 yıl boyunca beraber yaşarlar. Galina onun hem doktoru hem arkadaşı hem de sevgilisi olur. Nâzım’ın eşi Münevver ile oğlu Mehmet ise Türkiye’dedir ve uzun süre haberleşemezler. Şair oğluna duyduğu özlemi şu dizelerde dile getirir:

Karşı yaka memleket,
sesleniyorum Varna’dan,

işitiyor musun?

Memet! Memet!

Karadeniz akıyor durmadan,
deli hasret, deli hasret,
oğlum, sana sesleniyorum,

işitiyor musun?

Memet! Memet!
Nazim Hikmet ve Son Aşkı Vera:
Vera Tulyakova (1932 – 2001), bir film stüdyosunda çalışır ve 1955 yılının sonunda da bir film çekimiyle ilgili olarak Nâzım’dan yardım ister. Şair ise Vera’yı görür görmez ona büyük bir aşk duyar. Nâzım’ınsa o dönem hayatında zaten iki kadın vardır: İstanbul’daki eşi Münevver ve yanındaki Galina. Üstelik kendisinden 30 yaş küçük olan Vera da evli ve bir çocuk sahibidir. Aradan geçen iki yılın ardından 1957’de Vera, üzerinde çalıştıkları bir senaryonun kabul edildiğini söylemek için Nâzım’ı arar, tekrar bir araya gelmek durumunda kalırlar. Vera medeni hali gereği Nâzım’la olan muhabbetini bitirmek ister. Öyle ki şairden uzaklaşmak adına Karadeniz’deki Osipovka köyüne eşiyle birlikte tatil yapmaya gider. Ancak körkütük aşık olan Nâzım 1958 sonbaharında çılgınlık yaparak Vera ve eşinin tatil yaptığı yere gider, üstelik yanında 7 yıldır beraber olduğu Galina da vardır. 1958 ila 1959 yılları arasında birlikte yazdıkları oyun onları yakınlaştırır ve artık Vera da Nazım Hikmet’e aşıktır. Bunun sonucunda 18 Kasım 1960’ta evlenen çift, şairin hayatının son anına kadar dolu dolu yaşar. Gezilere katılır, konferanslara gider, pek çok şehir gezerler. Nâzım’ın ‘’saçları saman sarısı, kirpikleri mavi’’ dediği Vera şairle beraber onun ölümüne değin beraber olur.

Alıntıdır.

Orhan Veli : Hayatı ve bilinmeyenleri

 


Bir Garip Orhan Veli 

Garip sözcüğünün içerisinde barınan hüzün, çocukluk yıllarından itibaren şairin etrafını sarmıştır. 13 Nisan 1914’te, Beykoz’da, Mehmet Veli Bey ile Fatma Nigar Hanım’ın çocukları olarak dünyaya gelmiştir. Açlık, işsizlik ve sefalet küçük Orhan’ın yaşamını kuşatırken beraberinde getirdiği sorunlar ile de onun dünyasının şekillenmesine katkı sağlamıştır. Beş yaşındayken geçirdiği yanma tehlikesi, dokuz yaşında yakalandığı kızamık ve on yedi yaşına geldiğinde kızıl hastalığı adeta yakasını bırakmayan yaşam mücadelelerini zorunlu kılmıştır. Belki de çocukluğunda eksik kalan her bir unsurun sesi, yaşamının ilerleyen dönemlerinde şiirleri vasıtasıyla yankılanmıştır.

Edebiyat ile tanışıklığı ilkokul yıllarında başlayan garip şair, Çocuk Dünyası adlı dergide hikâyesini bastıracak derecede varlık göstermiştir. Ardından gelen ortaokul yıllarında tanışacağı Oktay Rıfat Horozcu ve Melih Cevdet Anday ise yol arkadaşları olarak yaşamında önemli bir yer edinmiştir. Belki çektiği sıkıntıların küçük bir mükâfatı, belki de atacağı adımların sağlamlaşması adına gönderilmiş bir tesadüf eseri olarak; lise döneminin ilk yılında edebiyat öğretmeni Ahmet Hamdi Tanpınar olmuştur. Bugünden baktığımızda bizler için oldukça özenilesi olan bu durum, içinde bulundukları dönemde Orhan Veli’ye önemli bir destek, öğüt kaynağı ve başlıca yol göstericisi niteliğinde vücut bulmuştur.

Çocukluk yıllarını sarıp sarmalayan kaza ve hastalıklar gençlik yıllarında da peşini bırakmamıştır. Garip akımının doğuş zamanlarında, Melih Cevdet’in kullandığı araba Ankara-Çubuk Barajı tepesinden aşağı yuvarlanmış ve sonucunda Orhan Veli yirmi gün komada kalmıştır. Ahmet Hamdi ile çıktıkları kayık sefası da kayığın devrilmesi ve birlikte denize düşmeleri ile sonlanmıştır. Ankara’da kaldığı süre boyunca deniz özlemi çeken şair, Üsküdar’a gidişinde bir motora binmiştir. Kabaran özlemi onu denizin engin sularına dokunmaya, adeta yosunlara sarılmaya yönlendirmiştir. Tam da bu sırada, iskeleye adımını atacakken erken davranan ve aşınmış kenarların azizliğine uğrayan şair kendisini suyun içerisinde, motora sıkışma tehlikesinde bulmuştur. Yeni bir şiirin temeli burada atılmıştır.

Tüm yaşamın konu olarak şiire dahil edilebileceğini söyleyen Orhan Veli, ilk olarak sıradan insan tipine eğilmiştir. İdeal birey kavramını yıkan şair, yaşam içerisinde gündelik sorunlarla boğuşan insanın sesini duyurmuştur. Bu sesin başlıca kaynağı kendi dünyasıdır, zira şairin bizden biri olduğunu belirtmiştik. Onun için toplumun içerisinde yer alan insan, asla ait olduğu yerden bağımsız düşünülememiştir. Dolayısıyla sanatın da toplum için ve toplumsal içerikli olması gerektiğini savunmuştur. Birçok şiirinde bu tutumunu okuruna hissettirse de “Delikli Şiir”i tüm bakış açısının göstergesi niteliğinde karşımıza çıkmıştır.

Daima toplumsal olana yaklaşan ve gördükleri karşısında sessiz kalmayan şair, bu yönüyle eleştiri ve suçlamaların da hedefinde yer almıştır. Orhan Veli ile Nazım Hikmet’in aralarında atışmalarla ortaya konan bir sevgi ve saygı bağı vardır. Nazım Hikmet’in hapiste tutulması üzerine, en başta şairlik görevi olarak benimseyerek Oktay Rıfat ve Melih Cevdet ile birlikte açlık grevine girmişlerdir. Bu süreçte “vatan hainliği, Moskova uşaklığı” gibi suçlamalara maruz kalmış ve tepkiler sonrasında grevlerini bitirmişlerdir. Ancak bu bitiriş savunduğu doğrulardan vazgeçiş değil; fırsat düşkünü yazarlara imkân vermeyiştir. Şair, grev sonrasında da yayımladığı yazılar aracılığıyla aynı tavrını sürdürmüştür.

Yaprak dergisinin çıkarılmaya başladığı dönemlerde, Orhan Veli’nin yaşadığı ev tek bir odadan oluşmaktadır. Bu odanın duvarları çatlak, çatısı delik, tuvaleti dahi eksiktir. Tam da o zamanlarda Fransız şair Philippe Soupault Türkiye’ye gelmiş ve Paris’te her derginin bir yazıhanesi olma fikrine alışması dolayısıyla Yaprak dergisinin yazıhanesini de görmek istemiştir. Ancak böyle bir yazıhane yoktur; Yaprak dergisi olağan ortamlarda oluşturulmuştur. Israr üzerine Orhan Veli ve arkadaşları o yıkık dökük odayı, bir yazıhaneye çevirme işine koyulmuşlardır. İki gün içerisinde badanalar yapılmış, çatlaklar dergi sayfaları ile kapatılmış, evlerden eşyalar getirilmiş ve Fransız şair en güzel şekilde ağırlanmıştır.

Yaşamı boyunca hiç evlenmeyen garip şair, hayata karşı geliştirdiği umursamaz tutumunu aşk üzerinde de hakim kılmıştır. Halbuki elbette sevdaya tutulacak, elbette bir kadının karşısında çaresiz kalacaktır. Yaşamı boyunca her kesimden kadının ismini mısralarında geçiren şairin, ölmeden kırk beş gün önce kaleme aldığı bir aşk mektubu ortaya çıkmıştır. Oradaki gizli “M” harfi, Orhan Veli’nin avukatının kız kardeşi olan Meziyet Bölükbaşı’nı işaret etmiş ve Bölükbaşı da adeta bu ilişkiyi kabul etmiştir. Bir de ölümünün ardından cebinden kağıda sarılı halde çıkan diş fırçası vardır. Son şiiri “Aşk Resmi Geçidi”, bu kağıtta yazmakta ve ithaf edilen kişinin Nahid Hanım olduğu iddia edilmiştir. Ancak Nahid Hanım’ın varlığı muallakta kalmış, şairimiz ise çapkınlığıyla ön plana çıkarılmıştır.

Şairin askerdeyken yazdığı mektuplar incelenerek birçok çıkarım öne sürülmüştür. Mektuplar, şair Orhan Veli hakkında sayısızca bilinmeyenler dünyasına kapı açsa da, bazılarının ardındakiler garip ve bir o kadar da önemlidir. Bunlardan birisi de askerlik yıllarında yazdığı ancak saklı kalmış olan “Dünyalarının Dışındakiler” adlı romanıdır. Daima içinde bulunduğu yaşamı konu edinen garip şair, bu eserinde yaşamın dışında kalanları anlatmayı hedeflemiştir. Romanın varlığı ve bitirilmiş olup olmadığı muallakta olsa da; Türk edebiyatının ilk “tutunamayanlar” romanı olduğu görüşü ileri sürülmüştür. Şairliği ile kitleleri kendine hayran bırakan ve büyüsüne kapılmaya neden olan Orhan Veli’nin romancılığı da fazlasıyla merak uyandırmaktadır.

Şair, Ankara’da belediyenin kazdığı bir çukura düşmüş ve başından yaralanmıştır. Önemsemeyerek İstanbul’a dönmüş ve orada fenalaşarak hastaneye kaldırılmıştır. Beyninde meydana gelen damar çatlamasının doktor tarafından anlaşılamadığı, bu sebeple alkol zehirlenmesi tedavisinin uygulandığı ve ihmal edilen beyin kanaması ardından girdiği komadan çıkamadığı anlatılmıştır. Ancak ölüm hikâyesinin bu şekilde değiştirilmesi abi Adnan Veli’nin korumacı yaklaşımı olarak değerlendirilmiştir. Asıl hikâye, Orhan Veli’nin geceyi geçirdiği bir arkadaşının evinde sabah uyanmaması üzerine hastaneye kaldırılmasını ve beyin kanaması geçirmiş olduğunu kapsamaktadır. Çeşitli şüpheler ile ölümü ardından yapılan otopsi sonucunda, beyin kanamasının nedeni fazla alkole bağlanmıştır.

Yaşamı boyunca zorluklarla mücadele eden, uğruna sırtındaki ceketi satma pahasına da olsa dergisini çıkaran ve her şeye rağmen Türk edebiyatına yeni bir akım armağan eden şairin değeri de diğer birçok şair gibi ölümü ardından fark edilmiştir. Garip şair, garip Orhan Veli belki de ölümü ile farklılık yaratmış ve kitlelerin dikkatini üzerine çekmiştir. Aynı derginin son sayısını çıkarabilmek adına Abidin Dino’nun ona armağan ettiği tabloları satmış ve aynı fedakârlık örneğini göstermiştir. Varlığını şiire, edebiyata adayan şair yaşarken ceketsiz kalsa da Aşiyan’daki mezarlığı restore edilmiştir. Bizlerin ise bu mühim şairimize karşı gösterebileceğimiz en güzel vefa örneği eserlerini okumak, anlamak, yaşamak ve yaşatmak olacaktır.

Alıntıdır.



11 Aralık 2021 Cumartesi

Yunus Emre Kimdir?: Yunus Emre'nin Hayatı ve Bilinmeyenleri





 Yunus Emre'nin hayatını sizlerle paylaşmak isterken hakkında yazılmış olan en güzel yazıyı seçmek istedim.Buradaki yazı ona dair paylaşılmış en manidar olanıydı.Bilen bilir ki tasavvuf ya da  tasavvuf edebiyatı denince Yunus Emre'nin yeri bende ayrıdır.Kendim de yazabilirdim onun hakkinda naçizane bildiklerimi, hissettiklerimi ,bendeki yerini , anlamını.. Ama epey düşünüp , derinleşip  buna cüret etmem gerekir. Evet cüret!!Çünkü Yunus Emre bir ummandır ve ben bir damla boyutundan ona karışmadan onun hakikatini anlatamam sadece kendi kısıtlı idrakim dahilinde anladığımı ve hissettiğimi söyleyebilirim. Yunus Emre benim için hiçbir satıra ve anlatıma sığmayacak kadar özel ve yüce bir hak dostudur.Şimdilik bir alıntıyla onun hakkında biraz da olsa bilgi sahibi olmaya çalışalım. Özelikle son bölümde Mevlana Hz. ile aralarında geçmiş olan diyaloğa dikkat etmenizi isterim..


Yunus Emre 

13. yüzyılın sonları ile 14. Yüz yılın ilk yarısında yani 1240-1320 tarihleri arasında yaşayıp vefat etmiş olduğu kuvvetli ihtimal olarak kaydedilmektedir. Tapduk Emre’den ders almıştır. Halkın anladığı sade dilden ilahi ve kasidelerini okuyup söylediği, hece vezniyle şiirlerini yazmış olması sebebiyle en çok okunan ve anlaşılan Türk Tasavvuf Pîri olmuştur.

Yunus Emre Divanı olarak şiir ve kasideleri bir araya getirilmiştir. Kabri hakkında farklı yerler gösterilmektedir. Yani Onu kendi beldelerinde göstermek isteyen pek çok seveni olmuştur. Yunus Emre’nin düşünce dünyasında maddiyatın hiç değeri yoktur. İnsan sevgisi, güzel ahlak ve ilahi aşktır. İnsanlar arasında bölücülük ve ayırım, imtiyazlı sınıf anlayışı gibi sathi anlayışlara onun kalbinde yer yoktur. Her şeye, Allah’ın eseri olduğu için sevgi ile bakar, ibadet yaparak kişinin kendisini üstün görmesini şiddetle kınamıştır. Önemli olan insan gönlünü kazanmak olduğunu anlatmıştır.


Yunus Emre Hakkında Bilgi

Taptuğun dergahına kırk yıl hep doğru odun taşıdığı rivayet edilen Yunus için anlatılanların ne kadarı gerçektir, bunu bilemiyoruz ama yediyüz yıldan beri hep doğruyu, güzeli, iyiyi söyleyen Yunus, elbette ki içi ile, dışı ile, katıksız bağlanışları ile gerçek bir velidir.

Mal sahibi mülk sahibi
Hani bunun ilk sahibi
Mal da yalan mülk de yalan
Var biraz da sen oyalan.

diyen Yunus’un kalbi Allah’ın hazinelerinden kimbilir nanca nasip almıştı.

Selçuklar Asrı», Anadolu’nun maddî ve manevî mânâda «Altın Asrı »dır. Bu asır faziletin dilini, kâh Yunus’un ilâhisine, kâh Mevlâna’nın semasına terketmiştir… İnanışların en katıksızı Yunus’tadır… Sözün en vecizi Yunus’tadır. İman Yunus’tadır… Aşk Yunus’tadır.

Taptuk’un dergâhında pise pişe bir kor haline geldi. Gitti her yeri nuruyla doldurdu. Ama kendisini hep o mütevazı kalıbın içinde mahviyetkâr bir ruh olarak gördü.

Taptuğu yüzüstü bırakıp dergâhtan kaçmasını herkes başka türlü yorumlar. Lâkin biz Yunus’un «Dergâha yük olmaması için kaçtığını» sanıyoruz. Yunus hangi makama erdiğini bilmiyordu… Şeyhi Taptuğa yalnız bu konuda inanmamıştı. Fakat bir âsâ, bir abâ ile dağlara düştüğü gün «Erenlerden» olduğunu başkalarından duydu. Döndüğü zaman Taptuk kendisini kabul etti ama tarizde de bulunmadan edemedi.

  • «— Sen ne mertebede olduğuna biz söylediğimiz zaman inanmadın da, yabancılardan duyunca mı inandın?»

Taptuk kerâmet göstermişti. Yunus Tapduğun ellerine kapandı… Yunus, seven adamdır. O serâpa aşktır. İlmi, aşk potasını yakmak için yakıt yapacak kadar aşk adamıydı… O, yaradanı seviyordu. Yaradılanı seviyordu. Bülbül gibi şakıyan Türkçesi ve tevazu ile ne güzel seslenir.

Yaradılanı hoş gör
Yaradandan ötürü

Yalnız bu iki mısra bir insanı şair, bir şairi aşk adamı yapmaya yeter. Mübarek gecelerde buhurdanlardan ne zaman buhur kokusu yayılırsa, Yunus’un mısraları da bu kokularla birlikte uhrevî bir terennüm halinde Müslüman evlerini doldurup taşar. Yunus, Mevlâna’nın Mesnevi’de uzun uzun anlattıklarını bir iki mısrada söyleyen bir Velidir.

Mevlâna, Yunus için hatırımızda kaldığına göre şöyle söyler : «İlimde hangi merhaleye ulaştımsa, karşımda Yunus denilen Türkmen dervişini gördüm.»

Bir başka rivayet daha vardır. Güya Yunus Mevlâna’nın Mesnevi’sini dinledikten sonra :
  • — Güzel, güzel ama demiş; uzun yazmışsın.
  • Hazret-i Mevlâna Türkmen Dervişi dediği Yunus’a sorar :
  • — Sen olsan nasıl yazardın?
  • «Ben olsam» der koca Yunus :
Etle deriye büründüm,
Yunus diye göründüm.

der. Eskişehir’de mezarı olduğu söylenir… Karaman’da Yunus’a ait bir mezar bulunduğu iddia edilir. Ama Yunus’un yattığı yer Mevlâna’nın deyimiyle «Ârif olan kişilerin kalpleri»dir…

Alıntı( nkfu)


Niyazi-i Mısri kimdir?: Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş

 


Niyazi-i Mısri :

8 Şubat 1618 tarihinde Malatya'da doğdu. Babası Soğancızade Ali Çelebi'dir. Asıl adı Mehmet'tir. Niyazi ve Mısri ise mahlasıdır. Eğitimini Mısır'da yaptığı için 'Mısri' mahlasını aldı. Çeşitli medreselerde eğitim gördü.


1655 yılında Halveti şeyhi Ümmi Sinan'dan hilafet alarak şeyh oldu. Değişik bölgelerde vaazlar vererek halkı irşad etmeye çalıştı. Ordunun maneviyatını yükseltmek için Sultan IV. Mehmet tarafından Lehistan seferine götürüldü. Hakkında ileri sürülen iddialardan sonra Limni adasına sürüldü. Burada 15 yıl yaşadı. Ölümünden bir yıl önce affedildi. Bursa’ya döndü. Fakat Bursa Kadısı'nın şikayeti üzerine tekrar Limni’ye gönderildi ve 1693 yılında burada vefat etti.


ESERLERİ:


Aruz ölçüsüyle yazdığı şiirlerinde genellikle Nesimî ve Fuzulî’nin, heceyle yazdığı şiirlerinde ise Yunus Emre’nin etkisinde kaldığı görülür.


Divan

Risaletü’t-Tevhid

Şerh-i Esma-i Hüsnâ

Sûre-i Yusuf Tefsiri

Şerh-i Nutk-ı Yunus Emre

Risale-i Eşrât-ı Saat

Tahir-nâme

Fatihâ Tefsiri

Sûre-i Nûr Tefsiri


Niyazi -i Mısri en sevdiğim tasavvuf şairlerinden biridir.Yunus Emre'nin izinden yürümüş  olan hazret , mutasavvıf ümmi Sinan'dan ders almış ve irşad olmuştur.Allah'a ulaşma yolunda türlü zorlukları aşmış pek çok mürite de bu yolda mürşitlik etmiştir.

Mana içinde mana barındıran,hâl içindeki hâli anlatan,Allah 'a duyduğu aşkı kusursuz hissettiren ve benim de en sevdiğim gazelini sizlerle paylaşmak istiyorum.



Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş,

Bürhân sorardım aslıma aslım bana bürhân imiş.

Sağ u solum gözler idim dost yüzünü görsem deyü,

Ben taşrada arar idim ol cân içinde cân imiş.

Öyle sanırdım ayriyem dost gayrıdır ben gayriyem,

Benden görüp işiteni bildim ki ol cânân imiş.

Savm u sâlât u hac ile sanma biter zâhid işin,

İnsânı Kâmil olmaya lâzım olan irfân imiş

Kande gelir yolun senin ya kande varır menzilin,

Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvân imiş.

Mürşid gerektir bildire Hakk’ı sana Hakk’alyakîn,

Mürşidi olmayanların bildikleri gümân imiş.

Her mürşide dil verme kim yolun sarpa uğratır,

Mürşidi Kâmil olanın gâyet yolu âsân imiş

Anla hemen bir söz durur yokuş değildir düz durur,

Âlem kamû bir yüz dürür gören anı hayrân imiş.

İşit Niyâzî’nin sözün bir nesne örtmez Hakk yüzün,

Hakk’dan ayân bir nesne yok gözsüzlere pinhân imiş

Günümüz Türkçe’si ile

Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş,

Delil sorardım aslıma aslım bana delilmiş.

Sağ ve solumu gözler idim dost yüzünü görmek için,

Ben dışarıda arar idim ol cân içinde cân imiş.

Öyle sanırdım ayriyem dost başkadır ben başkayım,

Benden görüp işiteni bildim ki ol cânân imiş.

Oruç,namaz ve hac ile sanma biter zâhid işin,

İnsân‐ı Kâmil olmaya lâzım olan irfân imiş

Nereden gelir yolun senin ya nereye varır menzilin,

Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvân imiş.

Mürşid gerektir bildire Hakk’ı sana Hakk’al‐yakîn,

Mürşidi olmayanların bildikleri şüpheli imiş.

Her mürşide gönül verme kim yolun sarpa uğratır,

Mürşidi Kâmil olanın gâyet yolu kolay imiş

Anla hemen bir söz durur yokuş değildir düz durur,

Âlem hepsi bir yüz dürür gören anı hayrân imiş.

İşit Niyâzî’nin sözün bir nesne örtmez Hakk yüzün,

Hakk’dan ayân bir nesne yok gözsüzlere gizli imiş

Niyazi-i Mısri

Maslow 'un piramidine göre konumumuz

 





Ahh Maslow ! Şu piramidin en tepesinde olabilirdik ,Turgut Uyar'ın dediği gibi hepimiz göğe bakabilirdik.:)

Ne yazık ki pek çoğumuz zirveyi görmeden göçüp gidiyoruz oradaki  manzarayı ve konumumuzu göremeden..:(

İnsan ilkel bir varlık olarak dünyaya gelir ve öncelikli amacı beslenme ve barınma yani hayatta kalmak üzerinedir.Bu piramidin en alt basamağıdır.Yani temel ihtiyacların karşılanma basamağı.Çünkü bu olmadan diğer olasılıkları düşünmek bir üst seviyedeki ihtiyaca odaklanmak mümkün olmaz.Tüm canlıların öncelikli amacı hayatta kalmaktır.

İşte insanın her basamakta beklenen ihtiyacı karşılaşmazsa ömrünün sonuna kadar kaldığı eşikten ötesine gidemez ,sürekli eksik kalan  kısımları tamamlamaya odaklanır benliği.Cok fakirlik çektiyse,aç kaldıysa,evsiz kaldıysa ya da bu barınak asgari ölçüde ihtiyaca cevap vermediyse insanoğlu ömür boyu bununla uğraşır.Zengin olmak , çok para kazanmak,istediği gibi bir ev almak ve orada yaşamak  ideali kurar.Zengin olur yetmez, aynı sıkıntıları yaşamak kaygısı ile cimrileşir ,durmadan biriktirir.İmkani olursa değil bir ev onlarca ev alır, çünkü o konuda doyurulmamış ,ihtiyacı giderilmemiş.Sonuc olarak yaş 70 olur ama  halen piramidin başlangıç noktasındaki yerini arar.Gereken zamanda yapılmamış olanlar , karşılanmamış ihtiyaçlar ,giderilmemiş hevesler sonrasında kalan boşlukların doldurulmasına da müsaade etmez.

Sevgi mi görmedi insan,o yeterince almadığı sevgi için ömrünü harcar.Ya sevilmek için kul köle olur birilerine ya da o sevgiye sahip olanlara düşman olur içten içe.

Tüm bunlar birer kisilik bozukluğudur işte.Eksigi de sorun fazlası da . İhtiyaçtan az ya da fazla bulunan her şey yük olur,sorun olur sıkıntı yaratır .

Saygı mi görmedi çok fena.Genellikle  o saygıyı edinmek için türlü yollar dener ,despot olur,hükmetmek ister herkese  bunun için de belli bir makamı temsil etmek arzusu duyar bu eksikliğini tatmin etmek için .Böylece onu sevmese de saygı gösteren,önünde eğilen , sözünü dinleyen birileri olsun diye  emredebilecegi bir meslek, bir unvan edinir. Bu tür insanlar o kadar çok ki.Allah onların zulmünden korusun..

Buraya kadar bahsettiğim durumlar  ihtiyaçlar bakımından son iki basamakta kalmış biz insanların yaşam boyu ortaya koymuş olduğu davranış ve tutumları gösterir.

İnanın hepimizin temelden  az ya da çok eksikligini hissettiğimiz şeyler vardır.Sevgi,saygı,yeme içme ,güvende hissetme vs gibi insanı hayat karşısında güçlü kılacak ve bizi zirveye yani her anlamda tamamlamış üst insan boyutuna taşımaya yetecek bu temel gereksinimlerden mahrum kalmış isek hem bizim hem de çevremizdekiler için yaşam bir savaş meydanına döner.

İnsan benliğiyle inatlaşıyor resmen " olacak ,olmalı başka yolu yok" dercesine bir mücadele içinde buluyor kendini farkında olmadan.Sorsak hepimizin vardır bir travması bu yönelimde.Tatmin olmamış bir benlik arayışı,bir kimlik arayışımız vardır.Puzzle'ın eksik parçalarını birleştirmek arzusu ömür boyu sürer.Kimimiz uyumlu bir süreç içide atlatabiliriz  belki bu durumu ama kimimiz de hırçınlaşırız hayata karşı.

Bu yüzden psikoloji bilimi insanın bulundugu yerdeki  durumunu anlamak için en alta yani çocukluga iner.Çünkü temel ihtiyaçların karşılandığı yer orasıdır.Aile ,anne ve baba ,yetistigimiz çevre bu ihtiyaçların ana merkezidir.Orayı côzebilirsek düğüm de çözülür.İnsan kendiyle yüzleşebilirse, geçmişi ve kendisiyle birlikte herkesi affedebilirse sorun büyük ölçüde ortadan kalkar  ve süreç kaldığı yerden devam eder.Geçmiş hesapları kapatmak yeni bir sayfa açabilmek için önemli çünkü.


İkili ilişkilerde de durum böyle.İnsan karşısındakine yaptığı fedakarlığın belli ölçüde karşılığını almadıysa_bu maddi ya da manevi olabilir_ o kişiyle olan hesabını kapatamaz ve onunla bunun karşılığını görene kadar mücadele eder bir iç savaş haline dönüşür.

Örneğin bir insan gercek manada tüm sevgisine ,iyi niyetine, sabrına, anlayışına ve özverisine rağmen aşağılandıysa, fiziksel ya da psikolojik şiddet gördüyse,maddi ve manevi  beklentileri karşılanmadıysa,değer görmediyse,takdir edilmediyse,sevgisine karşılık bulamadıysa,ilgi göremediyse, aldatıldıysa vs daha bir çok konuda kendine haksızlık edildiğini düşünüyorsa o ilişki artık bir savaş halini alır her iki taraf için.Biri sürekli savunmadadır diğeri ise saldırı halinde.

O yüzden insanların birbirlerini iyi tanıması,anlaması ve ihtiyaçlarına cevap verebilmesi önemlidir.Yoksa doldurulmamış boşluklar,beslenmemiş duygular ( sevgi, saygı, hoşgörü vs) insanı tam tersi duygulara iter:Nefret, intikam,öfke ve şiddet gibi..

Özünde iyi olan insan nasıl da bir canavara dönüşüyor bazen öyle değil mi? Sanki hayatla bir suçluyu aramak için iş birliği yapıyoruz.Bunu yaparken bizler de onlarca suç işliyoruz üstelik ve aslında hiçbir suçu olmayan insanların da canını yakıyoruz kendi canımız yandığı için.

Ahh maslow sen de iyi gözlemlemişsin insanoğlunu .Kim bilir belki de hatta muhtemelen kendinden çıktın yola insanı anlamak ve  bu sonuçlara ulaşmak için.Öyle ki insanın gelişim sürecini anlamak icin birden fazla çocuk yapan psikoloji bilimi öncüsü insanlar var.

Sonuç olarak belki de birçoğumuz  halen kendimizi gerceklestiremedik,ön yargısız,gerçekçi , yaratıcı, adil,içten ve ahlaki boyuta geçmedik.Halen bodrum katında bir yerde kürek kazıyoruz,gölgemizle savaşıp kazanan olmayı bekliyoruz ya da imkansıza zar attık mucize bekliyoruz.

Ahh hayat!!Hayat şartları da bizi daha yukarılara çıkmak konusunda zorluyor hep temel ihtiyaçlar seviyesinde kalıyoruz mecburen.:(

Ama eminim bir kısmımız da her şeye rağmen tüm süreçleri kesintisiz atlatmış,doyuma ulaşmış ,gerçek ihtiyacın kendini fark etmek , anlamak olduğunun idrakine varmış bir halde zirveyi kucaklıyordur.

Piramidin tepesine yerlesip,zirveye ortak olanlardan olmak dileğiyle..:)


Bahar Baydan..


Namazda gözü olmayanın ezanda kulağı olmaz"Atasözünün anlamı

 "Namazda gözü olmayanın ezanda kulağı olmaz"

Anlamı şudur: yapılmak istenmeyen Bir işin görmezden gelinmesi.

Yani insan bir şeyi yapmak istemiyorsa onu yapmamak için de bahaneler üretir . Ataların da dediği gibi namaz kılmayan ya da kılmak istemeyen bir insan ezanı duyar mı ? Duymaz hatta duymazdan gelir .

Buna bir öğretmen için;bir amacı ve gelecekle ilgili beklentisi olmayan bir öğrencinin ödevi unutması, yapmaması da diyebiliriz :((

Şu deyimi hatırlattı bana :

"İpe un sermek "

İpe un serme evladım:)


Tencere dibin kara seninki benden kara "atasözünün anlamı

 "Tencere dibin kara seninki benden kara "atasözünün anlamı 

Anlamı :Kusur ,hata  veya kötülük bakımından birbiriNin aynısı olan insanlar için söylenir

Yani Kötülük konusunda  birbiriyle yarışan insanların birbirine "sen daha kötüsün" demesi gibi bir şey.Yahu ikiniz de aynısınız zaten neyi tartışıyoruz derler sonra da bu Atasözü girer araya :

"Tencere dibin kara seninki benden kara "

Ya da şöyle de diyebiliriz:

"Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş " yani ikiniz de aynısınız zaten,  bulmuşsunuz birbirinizi ..:))


Bu tencere ne önemli bir eşya imiş atalar için:)

"Acı patlıcanı kırağı çalmaz "atasözünün anlamı

 "Acı patlıcanı kırağı çalmaz "

Anlamı şudur: Yani zorlukları, sıkıntıları görmüş insanlarI karşılaştığı başka zorluklar etkilemez.

Çünkü insan hayatta sıkıntı konusunda belli bir kotayı doldurdu ise karşısına çıkacak zorluklar konusunda daha güçlü durur , yıkılmaz.

Ben bu hayatta neler gördüm bunlar beni yıkar mı derler yani İşte öyle.

Şu deyimi sıkıştıralım araya hemen bir sokak jargonuyla 

Vızz gelir tırıs gider hacı :))

Sora sora Bağdat bulunur" atasözünün anlamı

 "Sora sora Bağdat bulunur" atasözünün anlamı 

Anlami: İnsan bilmediği bir şeyi ,sorarak , araştırarak mutlaka öğrenir 

Evet efendim gerçekte de öyle sora sora Bağdat bulunur ,Şam da bulunur.Gerci birine sormaya gerek de yok ;elimizde telefon, navigasyon her türlü iletişim aracı ,imkan varken kimseye şu nerede diye sormaya gerek  yok .Fizan ' a gideriz istesek .

Neyi bilmek ,kimi bulmak ,nereye gitmek istiyorsak Google hazretleri'ne sorsak yeter..:))

10 Aralık 2021 Cuma

Edebiyat dersi öğrenme taktikleri 3: kavram haritası

 Edebiyat dersi öğrenme teknigi 3: Kavram haritası


Şimdi Tevfik Fikret'i ele alalım ve bu sanatçıyı bize çağrıştıran kelimeleri ve bu sanatçi ile ilskili kavramları yazalım.


Bu yöntemle bir kavram üzerinden size onu çağrıştıran veya o kavramla ilgili ifadeleri bularak bilgiyi kalıci ve eğlenceli hale getirebilirsiniz .



Edebiyat dersi öğrenme taktikleri 2: şifreleme( kodlama) tekniği

Edebiyat dersi öğrenme tekniği 2

Bir diğer teknik :kodlama 

Eser için değil genelde yazar ve şair isimlerini öğrenmek , ozellikle belli bir akımın, dönemin veya topluluğun temsilcileri olan bu sanatçıları hatırlamak ve akılda tutmak için kullanılır:

Bir topluluğu oluşturan ya da bir dönemi temsil eden  sanatçıların baş harflerinden oluşan bir kod oluştururuz. 






İşte bu şekilde hem yazarlarını hem de bu topluluğun özelliklerini öğrenmiş olursunuz.

Edebiyat dersi öğrenme taktikleri 1 : Hikayeleme tekniği

 

Edebiyat ders öğrenme teknigi 1:
Edebiyat sözel bir ders olduğu için mecburen ezber gerektiriyor.Ama bu ezber işi sıradan değil akılda kalıcı hafıza tekniği ile olmalı.Bu bildiğimiz doping hafıza benzeri .Konuyu daha kalıcı hale getirmek için görsel olarak hafızaya atabileceğimiz hikaye ve  kodlamalar kullanmalıyız.Bunu zaten bircogunuz biliyorsunuz.Bu kodlamalar illaki mantıklı olmak zorunda değil.Hatta saçma diyebileceğimiz iliskilendirme ve benzetmeler kullanarak bunu yapabiliriz.
İlk teknik Hikayeleme tekniği:



Şimdi bu hikayeyi gözümüzde canlandıralım ve bu şekilde hafızamiza yerleştirelim.Bu hikayeyi gün aşırı aklımıza getirelim.Bu hikaye neydi , olay neydi,kahramanları kimdi vs şeklinde.Her hikaye  zihninizde zaman icerisinde kalıcı hale gelecektir merak etmeyin.

Gandhi'nin Meşhur Sözü

 

“SÖYLEDİKLERİNİZE dikkat edin; düşüncelere dönüşür…

DÜŞÜNCELERİNİZE dikkat edin; duygularınıza dönüşür…

DUYGULARINIZA dikkat edin; davranışlarınıza dönüşür…

DAVRANIŞLARINIZA dikkat edin; alışkanlıklarınıza dönüşür…

ALIŞKANLIKLARINIZA dikkat edin; değerlerinize dönüşür…

DEĞERLERİNİZE dikkat edin; karakterinize dönüşür…

KARAKTERİNİZE dikkat edin; kaderinize dönüşür...

Gerçek bir hikaye :Kambur Adam

 KAMBUR ADAM..


Holdingin sahibi her sabah ve akşam gelip geçer iken kambura,

-“Günaydın kambur , iyi akşamlar kambur , nasılsın kambur , işler nasıl kambur..?“ diye seslenirmiş ...


Seneler sonra bir sabah “ günaydın kambur “ der, kambur ; döner bıçağını çekip İş adamını öldürür...


Hiç bir avukat Kambur’un savunmasını yapmak istemez ve kabul etmez ....


Kambur’unda ağzını bıçak açmaz hapiste idam kararını bekler...


Fransa’da olayı duyan bir avukat İngiltere’ye gelerek Kamburun savunmasını üstlenir......

Mahkeme heyeti toplanır herkes ayağa kalkar söz savunmadadır.


Fransız Avukat ( şimdi hayal edin Avukatı ellerini masaya yavaş yavaş vurarak ve tek tek kelimeleri seçerek) Yargıca döner “saygı değer Yüksek İngiliz mahkemelerinin yargıçları size Yüksek Fransız saygı değer mahkemelerinin yüksek yargıçlarının sevgi ve saygılarını getirdim...


Hakime döner; “ yüksek İngiliz mahkemelerinin saygı değer hakimleri size yüksek Fransız mahkemelerinin sevgi ve saygılarını getirdim...


Savcıya döner “ yüksek İngiliz mahkemelerinin saygı değer savcıları size yüksek Fransız Saygı değer mahkemelerinin savcılarının sevgi ve saygılarını getiriyorum...


“ jüriye döneeeeeer ve Hakim sert bir şekilde masaya vurarak; “yeter be Adam ! savunmana geç “ der hiddetlenir....


Avukat da; “ aman efendim ben size ne dedim hakaret etmedim , küfür etmedim , siz neden hiddetlendiniz..?

Beni susturup bağırarak , iki saniye daha dayanıp beklemediniz ,sevgi ve saygı getirdiğim halde rencide ettiniz beni”der...


Bakın müvekkilim senelerdir taşıdığı kamburu , iş adamı tarafından günün düzenli ve belirli saatlerinde hatırlatılarak ona daha da ağır bir yük haline getirilmiştir ...

Günaydın kambur , nasılsın kambur , iyi günler kambur senelerdir buna katlanmıştır.

Siz şurada iki dakika sevgi selama katlanamadınız “der ve Kamburu beraat ettirir ...


Bu gerçek yaşam hikayesinden alınmıştır ..


Elgiz Hayudini....( Alıntı)



Ego nedir?

 Bilinç akımından gelen düşünce varlığınızda nasıl idrak edilir? Düşünce auranıza geldiği zaman aura seçim yapmaz, yani düşünceyi yargılamaz ya da değiştirmez, olduğu gibi sınırsız haliyle içeri alır. Düşünce beyne ulaştığında, önce mantık fonksiyonlarının yer aldığı ve egonun ifade edildiği beynin sol üst yarı küresine gelir. Peki ego nedir? İnsan deneyiminden geçerek kazanılan, ruhta depolanan ve beynin mantık bölümüyle ifade edilen anlayıştır. Toplumsal bilincin gölgesinde yaşayan, yalnızca yaşam derdine düşmüş tanrı-insanın kolektif eğilimidir. İşte bu kolektif bakış açısı, güvenliğini sarsacak her düşünce frekansını reddedecektir, varlığın sağ kalma mücadelesini desteklemeyen her şeyi! Ego, bedende daha geniş bir anlayış yaratacak düşüncelerin geçmesine izin vermeyen bir engeldir. Egonun beyne girmesine izin verdiği her düşünce frekansı elektrik akımına çevrilir ve bu frekansa uygun beyin bölümü hipofiz tarafından harekete geçirilir. Beynin bu bölümü akımı ayarlayarak epifiz sistemine gönderir. Epifiz merkezi sinir sistemini yönetir, kendine ulaşan düşünce frekanslarını toplar, ayarlar ve merkezi sinir sistemi kanalıyla dağıtır. Omurilik arasından geçen merkezi sinir sistemi, elektriksel düşüncenin ana yolu gibidir. Epifiz sisteminden gelen elektrik akımı, merkezi sinir sistemi içindeki sıvı aracılığıyla kuyruk sokumuna, oradan da bedenin her bir sinir ve hücresine dağılır. Bedeninizin her hücresi kan dolaşımınızla beslenir. Kan, besinler yoluyla aldığınız enzimlerin hareketi sonucunda çıkan gazı hücrelere taşır. Düşüncenin elektrik akımı hücresel yapılara bir ışık kıvılcımı halinde girer, bu kıvılcım hücreyi tutuşturur ve gazın genişlemesine sebep olur. Bu da hücrenin kendini kopya etmesini sağlar ki buna klon yöntemi, yani kopyalama yöntemiyle çoğaltma denir, kısaca, hücre yeni bir hücre yaratarak kendini yeniler, böylece tüm beden tek bir düşünceyle beslenir. Bedenin moleküler yapısında hayat işte böyle oluşur, var oluşunuzun her anında kabullendiğiniz tüm düşüncelerin etkisiyle.

Ramtha..( Alıntı)

Şiir - Görmek İster İnsan

 Görmek ister insan  Bir kavak gibi aşıp boyunu duvarların Yaprakları o ağacın  Değer birbirine bir rüzgar eliyle  Sonra duyulur o ilk yaz h...